YENİ GERÇEKLİĞİN ALÇALIŞI
BURAK HAVA
20 Ekim 2024
Bizi, bakış açılarımızı gerçekliğin mutlak halinden ayıran “cehalet” gerçekliğin kendisine içkin bir şeydir; gerçeklik “kendi içinde” engellidir, üzerinden bir olanaksızlık geçer.
“Tellekt”ten bu yıl çıkan “Gerçekliğin Yükselişi”nde şöyle bir akıl yürütme vardır;
"Madde denen şeye hangi noktada ulaşırız?” Dünya zihinden bağımsız olabilir ama ölçekten bağımsız değildir. İyi tanımlanmış coğrafi sınırları olan bir göl örneğini ele alalım. Şimdi, bu gölde yaşayan iki farklı ölçekteki organizmaya tamamen farklı bir gerçeklik sunulabilir. Ağırlığı suyun viskozitesine göre önemsiz olan küçük bir bakteriye, ancak motorunu (kamçısını) sürekli açık tutarsa hareket etmesine izin veren bir ortam sunulacaktır; öte yandan büyük bir balık çok daha büyük ağırlığını etrafa fırlatabilir ve bu nedenle itme ve süzülme manevrası kullanarak yüzebilir. Bunu daha öznel terimlerle ifade etmek gerekirse: bir ve aynı nesne, göl, bir organizmaya çok daha viskoz, bir diğerine ise çok daha az viskoz görünecektir. Daha az öznel olarak, bir ve aynı göl, farklı ölçekteki organizmalara hareket için farklı fırsatlar sağlayacaktır.”
Bu konuyla ilgili Zizek bir yazısında internette dolanan kafasına çok büyük bir zoom yapılan karınca fotoğrafı hakkında yaptığı, küçükken sevimli görünen ancak büyütüldüğünde insanı tiksindirici bir görüntüye sahip olduğuna ilişkin yorumu manidardır:
Bu uçurum, sadece gerçekliğe ilişkin öznel algımız ile nesnel gerçekliğin kendisi arasındaki uçurumdan ibaret değildir: Karıncanın başının yarattığı dehşet ona ilişkin algımızda da saklıdır. Aynısı tam olarak insan bedeni için de geçerlidir: Bedenimizin ufak bir ayrıntısının (örneğin anal açılma) alabildiğince büyütülmüş bir resmine bakacak olsak yarattığı etki korku verici olurdu. Dolayısıyla fotoğraf imgelerinin bu temel düzeyinde bile saf bir niceliksel büyütme, nesnenin ontolojik statüsünü değiştirmektedir. Burada bilimin rolü çok hayatidir. Bilim gerçeği algılanan duyusal gerçeklikle bağdaşmayan formüllerle simgeleştirme noktasından bu formüllerin açığa vurdukları şeyin yeniden imgeleştirme noktasına geçmektedir.
Harman, “Nesne Yönelimli Ontoloji”sinde haklıdır. Moderniteyle birlikte antroposen bakış açısından insan öznesini tamamen devreden çıkarmak için (Deleuze’cü materyalizmde belirtildiği gibi) içkin bilinçte oluşan aşkın bağları kısa devre ile kesmiştir. Ancak bu kronolojik bir ardıllıkla metafizik ideolojisine/performatif katılım içeren bir dönüş değildir. Metafiziksel herhangi bir ideolojinin kendine içkin öznesi Tanrıyken, modernite ile insan, spekülatif realizm ile kelimenin tam anlamıyla nesne yahut kendindeye dönüşecek bir boşluk beklentisi hakimdir. Anlam ve gerçeklik; Tanrı, İnsan, Nesne ve en sonunda Nihilizme dönüşecek bir süreklilikle genişlemektedir.
Burada ilginç bir nokta vardır; Zizek’in belirttiği gibi Eğer Tanrı kendini feda etmeseydi/varlığa düşmeseydi, felsefenin kendine ait bir öznesi olmazdı. Bu kenosisi lineer olarak şöyle ilerletebiliriz: eğer insan kendini boşluğa feda etmeseydi, bugün G. Harman’ın “nesnelerine” ulaşamazdık. Fakat aynı tersine çevirme bize şunu da söylemektedir; eğer insan kendini feda etmeseydi, tüketim nesnelerine ulaşamazdık. Tüketim toplumunun nesnesi, Baudrillard’den çok da uzak değildir, ancak bizim işaret ettiğimiz noktada Ritzer’in toplumun McDonaldlaştırılması/standartlaştırılması vardır.
Ritzer’in asıl demek istediği Weber’ci bir hesaplanabilirlik içgörüsünden (Hesaplanabilir bir rasyonel öngörüden) daha fazlasıydı. Ritzer’e göre Starbucks’ta satın alınan şeyin yalnızca bir “kahve”den daha fazlası olan bir teatrallik vardır. Starbucks’dan yapılan tüketimin vicdanımızda herhangi bir dürtüye sebep olmamasının nedeni budur. Starbucks Vakfı ve 2002 yılından beri Türkiye, Asya ve Afrika'daki Starbucksların sahibi Kuveyt merkezli Alshaya Grup, Gazze'deki yardım çabalarına destek olmak amacıyla World Central Kitchen'a Mayıs ayında 3 milyon dolar bağış yaptığını açıklamıştır. Aynı teatrallik bize içerisinde bulunduğu tüketimin öyle ya da böyle insani bir amaca hizmet ettiği düşüncesini aşıladığı gibi ideolojimizin yüce/ulaşılamayan nesnesine de hizmet verir.
Standardizasyonda tamamen mekanik bir kavrama hakimdir. Ancak Ritzer’in bu bağlamda işaret ettiği şey G.Harman’ın yarı saydam zarına çok benzer; artık tüketim nesnesinin kendisi (ürünün kendisi) tamamıyla insanın kendisidir. İnsanın kendisi, üretilmiş bir tüketim malzemesinden ibaretleştirilmiştir. (Bunu tam anlamıyla açıkça ifade etmez. İdeal Tipin standartlaştırılmasına referans verir. Çünkü bizi, bakış açılarımızı gerçekliğin mutlak halinden ayıran “cehalet” gerçekliğin kendisine içkin bir şeydir; gerçeklik “kendi içinde” engellidir, üzerinden bir olanaksızlık geçer.) Yeni gerçekliğin yükselişinin hangi aşamalardan geçtiğine yeniden göz gezdirirsek; Tanrı merkezli, (yukarıda belirttiğim metafizik ideoloji), insan merkezli, (antroposen) nesne merkezli (yönelimli ontoloji), ve artık ürün merkezli(insan-nesne) şeklinde gittiğini görebiliriz.
Kapitalizme tamamen savaş açmış bir işçi sınıfını düşündüğümüzde ise işçi sınıfının genel ihtiyacı, hayıflanma dürtüsünün önüne geçer. Evine gittiğinde büyük ekran tv’sinin başında bira yudumlarken, feodal efendilerine küfretmektedir. Açıkcası devrimci ve kapital pratikleri yahut içinde bulunması gereken antagonizmayı tam anlamıyla kavrayan işçi sayısı çok azdır, çünkü keyfini sürdüğü hayatı inşaa eden kapitalizmin yine kendisidir. Tam tersi farkındalığa sahip özne için olayın gelişme süreci bir yerden sonra kendi çizdiği sınırların bertaraf edilmesinden şu tahakküme dönmüştür; eğer bir şeyden zevk alamıyorsam/acı içindeysem, bu baskıdan ve acıdan zevk almayı/güçlenmeyi/kullanmayı öğrendiğimde hayatın nihilist renkleri yeniden yeşerecektir.
Dolayısıyla şu eski Freudcu soruyu soruyoruz; Neden baskının kendisinden zevk alıyoruz? demek ki iktidar, üzerimizdeki kontrolünü sadece cezalandırma korkusuyla desteklenen baskılarla ve boyun eğdirmelerle değil itaat etmemiz ve mecburi feragatlerimiz karşısında bize rüşvet vererek ortaya koyar; itaat etmemiz ve vazgeçtiğimiz şeyler karşısında aldığımız şey feragatin kendisinden duyulan sapkınca bir zevki artık-haz olarak adlandırmıştır: Artık-hazza eklenecek hiçbir “temel haz” yoktur, haz her zaman bir artıktır, fazlalıktır. Lacan’ın “olgun dönem” kavramlarından objet petit a’yı yani arzunun nesne-sebebini artık-haz olarak kullanmasını sağlayan şey Marx’a yaptığı referanstır, özellikle marx’ın artık-değer kavramıdır. Zevkten feragat etme feragat ederken duyulan/feragat etmenin verdiği zevke geri dönmüştür, arzunun bastırılması, bastırılmışlığın arzusuna geri döner, vb. Böylece tersine dönüş, kapitalist mantığın tam kalbinde yatar: Lacan’ın da belirttiği gibi modern kapitalizm zevki (kar elde etmeyi) saymakla başlar ve bu zevk sayımı dolaysız olarak saymanın zevkine (kar) dönüşür.
Artık müzik dinlemek için bir müzik uygulamasına, bir film izlemek için bir platform üyeliğine bütçe ayırdığınız gibi, muhtemelen sosyal kimliğimizi oluşturduğumuz sosyal medya uygulamalarına sahip olmak da bir gün ücretli hale gelecektir. Bu durum tükettiğimiz bir gerçeklik değil, tüketildiğimiz bir gerçekliğe, yükselen bir gerçekliğe değil, alçalan bir gerçekliğe dönüşmekte gibi görünmektedir.
G. Harman, M. DeLanda, The Rise of Realism, Polity; 1st edition (June 6, 2017)
S. Zizek, Hristiyan Ateizm Nasıl Gerçek Bir Materyalist Olunur, (Çev, A. E. Pilgir), Livera Yayınları.
G. Ritzer, Toplumun McDonaldlaştırılması, (Çev, A. E. Pilgir) Ayrıntı Yayınları.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/starbucks-gazzeye-3-milyon-dolar-bagisadi-786811h.html