HENRİ LEFEBVRE'İN DİYALEKTİK MATERYALİZMİ
BURAK HAVA
23 Nisan 2024
Slavoj Zizek’in ‘Hiçten Az - Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi’ ile hemhal olurken Lefebvre’in Diyalektik Materyalizmine, buradan da Doğan Göçmen’in ‘Hegel ve Marx - Geleceğin ve Gerçekliğin Felsefesi’ üçgeninde bir süredir süzülüyordum. Bu yazı her ne kadar Lefebvre’in Diyalektik Materyalizmine ilişkin olsa da, bu üçgenin arasında, tabi ki diğerlerinden de izler taşıyor. Fakat hem saçma işlerim yüzünden, hem de sayfalarca okunmayacak yazı yazmanın verdiği hoşnutsuzluk yüzünden, ne yazık ki bu üçgenin hakkını istediğim gibi veremediğimi düşünerek gidiyorum buradan..
Diyalektik Materyalizm’in Marksist teoriyi oluşturan bir felsefi yaklaşım olduğunu ve toplumsal değişimin ve tarih anlayışının materyal temeller üzerine kurulduğu ve bu temellerin sürekli bir diyalektik süreç içinde olduğu düşüncesini merkeze aldığını biliyoruz. Biraz özetlemek gerekirse; Hegel’in diyalektiği ve Feuerbach’in materyalizm düşüncesinden türemiştir. Hegel fikrin, kendi diyalektiği olan tez, anti-tez ve sentez düşüncesi ile toplumsal değişimleri şekillendirdiğini savunurken, Feuerbach insan bilincinin (ve hali ile toplumsal değişimlerin)maddi koşullar tarafından belirlendiğini savunmuştur. Bu hali ile Marx ve Engels, Hegel’in idealist diyalektiğini, materyalist bir temele oturtarak yeniden şekillendirmişler ve tarihsel materyalizm ve diyalektik olarak ikiye ayırmışlardır.
Bu yazımızda Marksist teorilerin modern toplumsal sorunlara nasıl uygulanabileceğini araştıran Henri Lefebvre’in ‘Diyalektik Materyalizm’inden bahsedeceğiz.
Diyalektik Çelişki;
Henri Lefebvre’ye göre Formel mantık (F.M) zihinsel işlemleri belirlemeye koyulduğunda, deneysel içerikten, yani özgül ve olumsal içerikten, her türlü somut olumlamadan bağımsız işler. F.M salt analitik olan dönüşümleri, yani düşüncenin sadece kendi kendisiyle meşgul olduğu çıkarımları inceler. Formel düşünce yalnızca kendi kendisiyle salt özdeşliği temel alıyor demektir bu. Fakat Hegel’in belirttiği gibi, tamamen dümdüz, içi boş özdeşliğin formüle edilmesi imkansızdır. ‘A’ yı ele alan mantıkçı, bunun ardından ‘A olmayanı’ ele alıp ‘A, A olmayan değildir,” dediğinde olumsuzlama biçimini herhangi bir tanıtlama olmaksızın (kanıtlamaksızın) ortaya koymuş oluyor.
Daha iyi anlamak için, elinize bir adet rubik küp aldığınız zaman, bu rubik küp, rubik bir üçgen değildir, aynı zamanda çay kaşığı da değildir, o halde kitapta değildir, şeklinde bir mantıkla gitmezsiniz. (ama F. M gider) Yani A olmayanı ele alıp da A’ A olmayan değildir dediğimizde üçüncü bir A terimi olmaktan elenecek A olmayan terimler koyulmaktadır. (daha doğrusu; A’nın A olması gerekliliğini sağlayacak üçüncü bir olumsuzlama yapılacak olan A terimi gerekiyordu. Aşağıda detaylı bahsedeceğim) Böylelikle özdeşlik olumsuzlamanın olumsuzlaması haline yani bir ilişkinin içindeki ayrım haline gelir. (Celal Şengör Bey muhtemelen Hegel diyalektiğine zırva derken bundan bahsetmek istiyordu.)
Formel Mantığa bir örnek vermek gerekirse;
Eğer yağmur yağarsa, sokak ıslanır. (P → Q)
Yağmur yağıyor. (P)
Sokak ıslanır. (Q)
Eğer P doğruysa (yağmur yağarsa), o zaman Q'da doğrudur. (sokak ıslanır)
O halde (Q) doğru ise (P)’de doğrudur. (yani sokak ıslak ise yağmur yağmıştır.)
Formel mantık kurallarına göre, Q'nun doğru olması gerektiği sonucuna varılır. Fakat eğer sokak hali hazırda ıslak ise bu her zaman yağmur yağdığını göstermez. Formel mantığa girişte kullanılan klasik bir önermedir bu.
F.M içerikle ilişkili içinde olmayı sürdürür. Böylelikle belirli bir somut anlamı muhafaza ederse diğer taraftan da içeriğe dair genel bir olumlamaya, yani bir ontolojiye, dogmatik metafizik bir temaya bağlı olmayı sürdürür.
Aslında Kant, mantığa yeni bir yol açmıştı. Analitik yargıları (Formel kesinliğe sahiptirler ama kısırdırlar) ve sentetik yargıları (onlar olmadan da düşünce ilerler ama sadece olumsal olguların gözlemi yoluyla) birbirinden ayırt etmişti. Kant hem üretken olan hem kesinlik içeren, zorunlu olupta totolojik olmayan yargıların varlığını tanıtlamak istemişti. Yani a priori sentetik yargılar. Dolayısıyla da kesinliğin ve üretkenliğin birliğine bu sentezin içinde ulaşmaya çalışmıştı. Ancak bu a priori sentetik yargıları, boş, içerikten koparılmış, salt birer biçim olarak, ele alınan malzemeye kayıtsız, nesneyle ilişkisinde öznel olan birer bilgi enstrümanı olarak tahayyül etmişti. Hegel çelişkiyi keşfeden kişi değildi elbet ve bu dualizmi aşmalıydı.
Kendisi, her belirlenimin kendi olumsuzlamasıyla zenginleşip aşılmasından doğan üçüncü bir A terimini keşfetmişti. Burada kastedilen şey, diyalektik bir uğrak. Bu terim kesinliğe uygun bir biçimde üretildiği ancak iki terim çelişki içinde bulunduğu zaman, varlığın ve düşüncenin yeni bir uğrağı olarak ortaya çıktığı belirtilmiştir.
Peki nedir bu uğrak? Uzun uzadıya açıklamak yerine görebildiğim şekilde bir örnek vereceğim;
Kapitalizmin gelişim sürecini ele alalım. Kapitalizmin kendisi, içinde barındırdığı çelişkiler nedeniyle sürekli bir değişim ve dönüşüm içindedir. Diyalektik uğrak açısından bu süreç: Kapitalizmin temel çelişkisi, üretim araçlarının özel mülkiyet olması ve üretimin toplumsal karakterde olması arasındadır. Bu çelişki, kapitalist sistem içindeki sınıf mücadelesini körükler: (proletarya ile kapitalist sınıf (burjuvazi) arasında) İşçi sınıfının sömürülmesi ve onların ürettikleri değerin kapitalistler tarafından el konulması, sistem içinde sürekli bir gerilim yaratır. Bu gerilim, zaman içinde işçi sınıfının bilincinin ve örgütlülüğünün artmasına, dolayısıyla kapitalizme karşı mücadelesinin güçlenmesine yol açar. Diyalektik uğrak teorisine göre, (Daha doğrusu Hegel’in üçüncü terimine göre)bu iç çelişkiler sonucunda kapitalizm, kendi iç dinamikleri nedeniyle bir sonraki aşamaya geçiş yapar: Yani, Sosyalizme. Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti ve üretimin toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda planlanmasıyla karakterize edilen bir sistem. Bu sistem veya durum, kendi içindeki çelişkiler yoluyla bir sonraki evreye geçer. Bu süreç, tez-antitez-sentez mekanizmasıyla açıklanabilir: Mevcut durum (tez) içindeki çelişkiler (antitez), bir çözüme veya yeni bir duruma (sentez) yol açar. Bu yeni durum, zamanla kendi iç çelişkilerini barındırır ve süreç tekrar eder. İşte “Diyalektik Uğrak” yahut “Üçüncü Terim” bu şekilde açıklanır.
Hegelci mantığın formel mantığı ilga etmek yerine onu aştığını, yani, tam olarak, somut bir anlam vererek onu muhafaza ettiğini, kurtardığını belirtmeden geçemeyiz. Formel mantık anın mantığıdır, olumlamanın mantığı ya da yalıtılmış olan ve yalıtılmışlık içinde muhafaza edilen nesnenin mantığıdır. Basitleştirilmiş bir dünyanın mantığıdır: bu masa, elbette masadır. Bu lamba da bu kitap değildir.
Hegelci Diyalektiğin Eleştirisi;
Hegelcilik halen geçerli bir manevi yaşayışı temsil ettiği doğru. Bulanıklığın olmadığı, her şeyin berrak olduğu, hem acılı hem neşeli olan bu manevi yaşamın ilkesi şudur; kendine ve doğaya dair kolay yargılara varmamak, dünyanın insanın ve bireyin çelişkilerini gözden yitirmemek. Basit ve anlaşılır duruyor. Peki, Hegel deneyiminin bütün içeriğini gerçekten kavramış mıydı? Lefebvre'e göre Hegel, insan deneyiminin bütün içeriğini kavrayamamıştır. Çünkü Hegel'in felsefesi, özellikle tarih ve toplumsal gerçeklikler konusunda, belli bir soyutlama düzeyine dayanıyor ve bu da onun bazı toplumsal ve tarihsel dinamikleri gözden kaçırmasına neden oluyordu. Eğer yaşamın tüm içeriği Hegelciliğe uygun tanımlanmış olsaydı, özerk bir sanat ve bilimin payına - gelecek adına, eylem adına - ne düşerdi? Kapalı bir sistem olarak Hegelcilik, aynen geleneksel formalizm gibi, icat ile bilgi, üretkenlik ile kesinlik arasında şiddetli bir çelişkiye çarpar.
İkinci bir durum; Hegel'in düşüncesinde eylemin, öznenin dünyayı anlaması ve bu anlamlandırmasında aktif bir rol oynaması gerektiğini vurguluyor. Ancak, Hegel'in düşüncelerinin soyutluğu ve tarihsel süreçlere olan vurgusu nedeniyle, bireysel eylemlerin tarihsel ve toplumsal süreçler içinde eriyip gitmesine neden oluyordu, bu da bireyin özgürlüğünü ve inisiyatifini sınırlıyordu.
Lefebvre kendi materyalizmini bağladığı iki temel ile gerekçelendiriyor bunu. (kendine ait bir postula) Bunlar içerik ve biçim.
İçerik; kapitalist üretim biçiminin kendisi diyalektik materyalizmde bir içerik örneği olarak ele alınabilir. Kapitalizmin içeriği, işçi sınıfı ve kapitalist sınıf arasındaki üretim ilişkilerini, sermayenin birikim süreçlerini ve emek gücünün sömürülmesini kapsar. Bu içerik, kapitalist toplumun temel ekonomik dinamiklerini ve toplumsal çatışmalarını belirler.
Biçim; bu içeriğin ifade bulduğu sosyal, politik ve hukuki yapılar ile kültürel normlar olarak tanımlanabilir, örneğin, devletin rolü, hukuk sistemi, eğitim sistemi ve diğer ideolojik aygıtlar tarafından ortaya konur. Bu yapılar, kapitalist üretim ilişkilerini destekler ve meşrulaştırır biçimde işler. Lefebvre, içerik ve biçim arasındaki etkileşimi, diyalektik bir süreç olarak görür. Biçim, içeriği sınırlar ve yönlendirirken, içerik de zaman içinde biçimi dönüştürebilir. Bu yüzden, Lefebvre diyalektik materyalizmi, içerik ve biçimin sürekli olarak birbirini şekillendirdiği ve dönüştürdüğü bir süreç olarak ele alır.
Örnek alarak bir şirketin hizmet içi eğitimini ele alabiliriz.
İçerik; (Eğitim programının içeriği aynı zamanda) çalışanların öğrenmesi beklenen bilgileri ve becerileri kapsar. Örneğin, bir teknoloji şirketi çalışanlarına veri analizi ve programlama dilleri konusunda bir eğitim programı düzenliyor. Bu programın içeriği, Python ve SQL gibi programlama dillerini, veri görselleştirme teknikleri, derin makine öğrenimini ya da data analizini öğretmeyi içerir. İçerik, bu teknik bilgilerin yanı sıra, bu becerilerin iş süreçlerinde nasıl uygulanabileceği hakkında pratik uygulamaları da içerebilir.
Biçim ise; içeriğin nasıl sunulduğu ve organize edildiği ile ilgilidir. Bu, eğitim programının yapısını, süresini, hangi platformlar üzerinden sunulduğunu (çevrimiçi, yüz yüze, hibrit), eğitim materyallerinin nasıl dağıtıldığını ve değerlendirme yöntemlerini içerir. Örneğin, eğitim programı beş haftalık bir süreçte, haftada iki gün, interaktif web seminerleri ve haftalık proje teslimleri şeklinde yapılandırılmış olabilir. Biçim aynı zamanda, katılımcıların eğitim sürecine ne kadar aktif katıldıklarını ve öğrendiklerini nasıl uygulamaya koyduklarını da belirler. Örnekte, içerik (öğretilen bilgi ve beceriler) ve biçim (bu bilginin nasıl sunulduğu ve organize edildiği), birbirleriyle sürekli etkileşim halindedir. (Tam tersi de elbette.)
Tarihsel materyalizm;
Marx, tarihin sınıf mücadeleleri tarafından ilerletildiğine inanır ve bu mücadelelerin kapitalist sistemin çelişkileri nedeniyle devrimle sonuçlanacağını savunurken, Lefebvre, "mekânın sosyal üretimi" teorisini ortaya koyarak, mekânın sadece fiziksel bir varlık olmadığını aynı zamanda sosyal süreçler ve iktidar ilişkileri tarafından şekillendirilen dinamik bir olgu olduğunu savunuyor diyebiliriz. Aslında bu mekan olayı sadece fiziksel bir alan değildir. Evet mesela parklar, meydanlar ve sokaklar, çeşitli sosyal gruplar tarafından farklı şekillerde kullanılıyor olabilir, ancak kapitalist toplumlarda bu mekanlar genelde tüketim alanına dönüştürülür. Örneğin, bir parkın veya meydanın ticari etkinliklere ev sahipliği yapacak şekilde yeniden tasarlanması gibi. Yani yalnız kalıp kafa dinlediğiniz bir yere bir bakmışsınız Belediye bir çay bahçesi açıvermiş. Mekan yalnızca bununla sınırlı da değildir. Gentrifikasyon sürecide buna dahildir. Mesela daha zengin nüfus kesimlerinin düşük gelirli mahallelere taşınması ve bu süreçte mevcut sakinlerin ekonomik baskı altında başka yerlere taşınmak zorunda kalması gibi. Kentsel alanlar, sermaye birikimi ve iktidar mücadelelerinin yoğunlaştığı yerlerdir; dolayısıyla, bu alanlarda gerçekleşen her türlü müdahale, geniş toplumsal değişimlere de kapı açabilir. Diyalektik Materyalizmin teorik ve felsefi kökeni Hegel’in ‘Mantık Bilimi’nde değil, fenomenolojisinde bulunur. Zaten Marx’a göre de Hegelci sistemin anahtarı buradadır. ‘Yeryüzünden Gökyüzüne’ doğru yükselen hareket burada bulunur.
Fakat ne yazık ki Fenomenoloji’de insanın yabancılaşması doğru kavranamamıştır. İnsanın gerçekleştirdiği şeyler - insan tarafından üretilen şeyler, nesnel ürünler dünyası - Hegel’e göre yabancılaşma olarak görünür. Dışsal bir biçim alan nesnelerde ve insani güçler ise (servet, devlet, din) - bunlar insanın kendi ürünlerine boyun eğmesine yol açıp insanı parçalar - Hegel tinin gerçekleşmesini görür. Dolayısıyla da fenomenoloji’nin ve Hegelci yabancılaşma teorisinin eleştirisi, idealizmi ve natüralizmi ya da materyalizmi birleştirerek aşması gereken olumlu bir hümanizm teorisine varır. Bu nedenle Hegel’de olumsuzlamanın olumsuzlanması, insanın hayali özünün olumsuzlanması yoluyla insanın hakiki özünün olumlanması değildir. - Bu bağlamda bu görüşe karşı bende değişmeyen bir yabancılaşma tanımında diyalektik bir olumlamadan ziyade Lacan’cı bir bakış, yani sembolik düzenler ve dil aracılığıyla kendi özbenliğiyle olan ilişkinin kesintiye uğraması ve bu imgesel ve Gerçek düzen arasında öznenin kendilik algısı üzerinde nasıl bir gerilim yarattığını incelenmesidir. Hegel yabancılaşmadan yola çıkıyor, onu felsefe yoluyla olumsuzluyor, daha sonra da yabancılaşmayı spekülatif bir düşüncede tekrar tesis ediyordu. Bunun üzerine Feuerbach, ateşli Hegelciliğin karşısında yalnız başına, insanın insanla olan ilişkisini her türlü teorinin temel ilkesi haline getirerek hakiki materyalizmi kurdu. 18 yüzyılın materyalizminden ilham alan bu materyalizmde, bireylerin düşünüşü, gereksinimleri, fikirleri eğitimle açıklanır; ancak bu hiçbir şeyi açılamaz zira her zaman eğitilenlerin de eğitime gerekirdi. Feuerbach yabancılaşmayı tarihsel bir biçimde, insan türünün yaşamından yola çıkarak açıklamaz. Onun gözünde dini hissiyat, yalıtılmış, türünden kopuk bireyin düştüğü bir tür sabit, engellenemez hatadır. Dini hissiyatı, belirlenmiş bir toplumsal ürün olarak görmez. Dolayısıyla onun hümanizmi çağdaş toplumun yalıtılmış bireylerine yönelik tefekkürden ibarettir. Oysaki bu toplum da, aşılması gereken bir yabancılaşmadır. Dünyaya dair yorumlarımızı çeşitlendirmek yerine dünyayı dönüştürmek gerekir. Buradaki yabancılaşma kavramında İşçiler, sadece bir emek gücü olarak görüldüklerinde, kendi varoluşlarının ve yaratıcılıklarının farkında olamazlar ve bu da onların hem kendi potansiyellerinden hem de toplumdan yabancılaşmalarına yol açar.
Diyelim ki siz, çikolata üreten bir fabrikada kakao ayıklıyorsunuz. Fakat ortaya çıkan çikolatadan tamamen bir habersiniz ve kakaonun da kendi başına tadı iğrençtir. Hem çikolataya yabancısınız, üretilen bu muhteşem ürün ile bir ilginiz yok gibi görünüyor ve daha tatmamışsınız bile. Bu kadar muhteşem bir ürün tasarladığınız ve bu ürün global pazarda neredeyse yok sattığı halde, açıklıktan ölmemek üzere, komik rakamlar ile maaş alıyorsunuz. İşte bu marksist yabancılaşmadır. Bu durum bireyin hem kendi ürettiği şeye hem de onun için üretilebileceği şeylere karşı bir yabancılık başlatır. Bu yabancılık Camus vari Fransız-entelektüel bir yabancılık değildir. (ya da Cezayir) birey başlı başına, yaptığı şeyi ve yaptığı şeyin işe yararlığını, hayattaki kendi işe yararlığını ve hayatta onun tüketebileceği çoğu olguyu yeniden gözden geçirmesini sağlayacak kadar kötü sonuçlar doğurur. Bu yalnızca bir ürün değil, başka bir bireyin kendisine karşı pozitif bir duygu ‘üretebileceğine’ dahi inanamaz.
İnsanın bu yabancılaşmasının aşılması mümkündür ama bu ancak pratik koşullar içerisinde gerçekleştirilebilir. Bunun içi bu yabancılaşmanın katlanılmaz hale gelmesi, mülkiyetten yoksun olan kitleyi, servet ve kültür dünyasıyla karşı karşıya getirmesi gerekir; bu da insanın gücünün yüksek düzeyde gelişimini şart koşar. Aksi takdirde, yabancılaşmanın ortadan kalkmasıyla birlikte, servet, boşluk ve güç değil sadece yoksulluk evrenselleşir. Bu çerçevede kişisel faaliyetler, kişinin dışında var olan birer otomatik davranış biçiminde yabancılaşır, katılaşır, şeyleşir. Bunlar, bireyin kendi derinliklerinden geldiğine inandığı, oysa ait olduğu sınıftan kaynaklanan davranışlar, değerlerdir. Alman ideolojisi böylelikle tarihsel materyalizmin temel tezlerin dile getirir. Böylelikle idealizm ve materyalizm ilk gerçekleşmesini yaşar.
Biz yabancılaşmış bireyleriz. Bütün arzularımızın saldırgan, tek yönlü, refleksvari bir niteliği var. Arzularımız tesadüfen, nadiren ve ancak temel fizyolojik bir gereksinim tarafından uyarıldıklarında ortaya çıkıyor. Yalnızca yoksulluğu, yabancılaşmayı ve şeyleşmeyi sonuna kadar yaşayan modern proleter yabancılaşmayı pratik anlamda aşmak isteyebilir.
Diyalektik Materyalizm;
Marx ve Engels tarafından ‘Alman İdeolojisi’nde ve bu dönemin bütün eserlerinde Hegel’in ‘Mantık’ı şiddetli bir eleştiriye uğramıştır. Hatta ki bunu ‘soyut tinin ezoterik öyküsü’ şeklide nitelenmiştir. Hegel’in diyalektik metodunun materyalist bir yorumu olan Diyalektik Materyalizm’de Hegel, her türlü varlığın ve düşüncenin sürekli bir oluş ve gelişim içinde olduğunu ve bu sürecin tez, antitez ve sentez olmak üzere üç aşamadan geçtiğini öne sürer. Marx ve Engels bu yöntemi alarak, fikirlerin değil, maddi koşulların tarihsel ve toplumsal değişimde belirleyici olduğu bir çerçeve geliştirirler. 1848 tarihli manifesto’daki toplumsal çelkişkiler teorisi Hegelci diyalektikten ziyade hümanizmden ve kelimenin tam anlamıyla ‘yabancılaşmadan’ esinlenmiştir.
Buna anlaşılır net bir örnek; Sanayi devriminde üretim araçlarının gelişimi ve bu araçlara sahip olan burjuvazi sınıfının yükselişi ile işçi sınıfının oluşumu arasındaki diyalektik ilişki vardı. Bu dönemde, gelişen teknoloji yeni üretim yöntemlerini ve fabrika sistemi gibi yeni çalışma koşullarını beraberinde getirdi. Bu durum, önceden bağımsız zanaatkarların ve köylülerin fabrikalarda işçi olarak çalışmaya başlamasına neden oldu. Aynı zamanda işçi sınıfının büyümesi ve kötü çalışma koşulları, işçi sınıfının örgütlenmesine ve haklarını aramasına da sebep oldu tabi. Bu süreç, sonunda işçi haklarındaki iyileştirmelere ve sendikaların güçlenmesine yol açtı. Buradaki diyalektik süreç, üretim araçlarındaki değişim (tez), bu değişime karşı gelişen işçi sınıfının tepkisi (anti-tez) ve sonuç olarak bu iki gücün etkileşimi ile ortaya çıkan yeni sosyo-ekonomik koşullar (sentez) şeklinde izlenebilir. Diyalektik materyalizm, bu tür tarihsel değişimleri maddi temel üzerinden açıklama yöntemi sunmuştur. Yalnızca Marx, Hegel’in Mantık’ının özünü çıkarıp almayı (Diyalektik yöntemi) idealist kılıfından kurtulmuş halde diyalektiğin sadece düşüncelerin gelişiminin biçimi olacağı basit şekilde tekrar tesis etmeyi başardı. (Siyasal İktisadın Eleştirisi'ne Katkı’da kendi diyalektik kavramlaştırmasını derinleştirmiştir.)
Elbette ki Marx’ın bu diyalektiğine eleştirilerde vardı. Mesela toplumsal yapıları yalnızca ekonomik temele indirgemek yerine, daha çeşitli etkileşimleri ve belirleyicileri dikkate almanın gerekliliği yahut determinizm sıkça dile getirilmiştir.
Bana göre en çok etkili olan ikisi;
Weber, Karl Marx'ın ekonomik yapıların toplumsal değişim üzerindeki belirleyici rolüne verdiği vurguya karşılık, kültürel ve ideolojik faktörlerin de toplumsal yapıları ve ekonomik değişimleri etkileyebileceğini savunmuştur. Weber'in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" isimli eserinde, dini inançların ekonomik davranışlar üzerinde nasıl etkili olabileceği incelenir. Weber, Protestan ahlakının ve Calvinizm'in "iç dünya zenginliği" kavramının, kapitalist ekonomik davranışları şekillendirmede önemli bir rol oynadığını iddia eder. Bu teziyle, ekonomik faktörlerin toplumsal değişimi belirleyen tek veya ana faktör olmadığını, dini inançlar gibi ideolojik unsurların da ekonomik yapıları ve pratikleri şekillendirebileceğini öne sürer. Bir diğer husus Marx'ın öngörülerinin bazılarının, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda beklenen proletarya devriminin gerçekleşmemesi, diyalektik materyalizmin teorik esnekliğinin ve adaptasyonunun yetersiz olduğu eleştirilerine yol açmıştır. Çünkü Marx’ın diyalektiğine göre işçi sınıfının devrimi kaçınılmazdır. Başka bir örnek ise Postmodernist ve postyapısalcı düşünürler, diyalektik materyalizmin globalleşme, teknolojik değişim ve kültürel dinamikler gibi modern dünya koşullarını açıklamakta yetersiz kaldığını iddia ediyor. Mesela Jean Baudrillard'ın "Simülakrlar ve Simülasyon" teorisi, bu eleştiriye örnek gösterilebilir. Baudrillard, toplumun artık yalnızca mal üretimine dayalı bir ekonomik yapı tarafından değil, aynı zamanda simgeler, işaretler ve medya tarafından üretilen ‘simülasyonlar’ ile şekillendirildiğini savunur. Ona göre, çağdaş kapitalist toplumlar ‘hipergerçeklik’ adını verdiği bir döneme girmiştir; burada gerçeklik ve temsiller arasındaki sınırlar bulanıklaşır ve medya aracılığıyla üretilen imajlar, gerçeklik algımızı belirler hale gelir.
Baudrillard'ın bu teorisi, Marx'ın diyalektik materyalizminin modern dünya koşullarını yeterince açıklayamadığına dair bir eleştiri olarak değerlendirilebilir. Marx'ın modeli, temel olarak ekonomik faktörleri ve sınıf çatışmalarını merkeze alırken, Baudrillard gibi düşünürler toplumun nasıl anlaşılması gerektiği konusunda medyanın rolü, simgesel sermaye ve tüketim pratikleri gibi konulara dikkat çekerler. Bu, Marx'ın ekonomik determinizminin ötesine geçerek, çağdaş toplumların karmaşık yapısını daha iyi anlamamıza yardımcı olabilecek perspektifler sunar.
Evet, Diyalektik Materyalizm aşağı yukarı böyle. Yalnızca eleştirilerinden oluşan sentez bir okuma dahi gayet tatmin edici.
Kaynakça:
H. Lefebvre, Diyalektik Materyalizm. (Çev. B. Yıldırım), 2017, Sel Yayınları.
H. Lefebvre, Mekanın Üretimi. (Çev. I. Ergüden), 2014, Sel Yayınları.
S. Žižek, Hiçten Az, (Çev. E. Ünal), 2016, Encore.
D. Göçmen, Hegel ve Marks - Gerçekliğin ve Geleceğin Felsefesi, 2023 Phoenix Yayınları
M. Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu. (Çev. M. Ökten) 2014, Tutku Yayınları
J. Baudrillard, Simulakrlar ve Simülasyon, (Çev. O. Adanır) 2014, Doğu Batı Yayınları
K. Marx, 1844 El Yazmaları, (Çev. M. Belge) 2016, Birikim Yayınları
K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi (Çev. E. Aktan) 2011, Alter Yayınları
Historical Materialism: Does the Concept Have a Future? Leonid Grinin HSE University; Institute of Oriental Studies, Russian Academy of Sciences, Moscow Anton Grinin Lomonosov Moscow State University.
Continental Philosophy of Technoscience Chapter, Dialectical Materialism, s:67-109